31.05.2010

Ruh Halleri III

Çoğunluğun parçası olmaktan koptuğum bir an gelmişti, önce bakışlar, sonra kurulan garip,anlamsız ve sessiz bir dil, camın ardındaki bakışlar donuk bir şekilde dönmüştü, emin olamamıştım fakat camın ardından bana bakıyordu, buzlu olsa bile cam yönü belliydi bakışların.

O andan sonra metafizik işlemeye mi başladı yoksa aslında her şey sayılardan falan mı ibaretti bilemiyorum, o kadar çok tesadüf ve farklı yollar var ki, bunun üzerine düşünmeyi reddediyorum.

Birde bazı anlar var sadece o ana kadar yaşasanız sizin için yeterlidir, bir ifşa anıdır ruhun içindeki, aydınlanma ve karakterinin içerisinde huzura kavuşma anıdır, işte o anı yaşadığın vakit geri kalan bütün saniyeler, dakikalar ve her şey boş gelmeye başlıyor, birden bire "yaşam amacı" denilen şey gidiyor aklından, bir karar vermiş oluyorsun gerisini ise zamanın kapılarından içeri atıyorsun.

Çok düşündüm, neden böyle oldu diye, her şeye cevabı olan benim bu sefer buna bir cevabım yok.

Metafizik ile çoğu şeyi açıklayabilirim tabii ki, bunu yerseniz eğer.

Fakat şunu da çok iyi biliyorum, benzer bir şeyi daha önce yaşamıştım, ondan sonra ayaklı bir arete dönemine girdiğimi hatırlıyorum, iyi veya kötü, acı işe yarıyor, acı senin için çalışıyor.

Bugünlerde yazmak kolay geliyor, beynimin arkasındaki tıkanmış damarlar açılmış gibi, fakat, dönüştüğüm şeyin iyi mi kötü mü olduğundan emin değilim.

Bir canavara dönüşüyor gibiyim çünkü.

Ve bu hoşuma gidiyor.

27.05.2010

Vücudumdan Kırmızı Su Çıktığında Mutlu Oluyorum

Başım ağrıyor, düşünmeye çalıştığım zaman başım ağrıyor. Bütün vücudumda hissedebiliyorum acıyı, aldığım nefes artık bana yaşam soluyormuşum gibi gelmiyor, sanki oksijen tüpümü birisi kapatmış gibiyim, içtiğim sigaralar iç organlarımı kanserojen siyah sıvılar ile dolduruyor, her öksürmem yaşamımın giderek kısaldığının sinyali, vücudumda her kararan damar kendime kötü bakmamın sonucu fazla yağ ve kanserojen maddeler ile tıkanmış gibi sanki, kırmızı su oradan geçmiyor ve pis kan vücuduma doluyor.

Dışarı çıkamıyor.

Her şey çok kişisel ve çok kendine dair bir bağlamda yaşanıyor,zahir üzüntüler ve kırgınlıklarda böyle, diğer insanlar anlayışsız ve empati yoksunu sürece çünkü, dışarı dünya dediğimiz yer bir savaş alanı.

Kalabalıklara adımımı attığım an zihnime dolmaya başlıyor insanların sesleri, umutsuzlukları ve serzenişleri, karşı cinslerine karşı olan devasa doyumsuzluk, sanki içi sonsuzluğa uzanan bir karanlık kuyuya atılan insanlar gibi, her seferinde daha fazla.

Sesler zihnime penetre ediyor artık, ellerimi kafamın üzerine koyuyorum, burnumdan solumaya başlıyorum, kulaklarımdan kanlar geliyor ve bağırıyorum, istemediğimi söylüyorum fakat artık çok geç, ne kadar istemediğimi söylesem de bana verilmiş olan çok güçlü bir lanet, ben bu empatiyi hiçbir zaman istemedim.

İşte o zaman kafamı metal zemine vurmaya başlıyorum, her seferinde daha hızlıca, ta kafamdaki dokular sıyrılıp beyin parçalarım ortaya çıkana kadar, yapış yapış kan ve doku parçaları üzerine defalarca kafamı vuruyorum, vurdukça derim soyuluyor ve kanlar akıyor öz sıvım ile birlikte.

Kollarımı yaratıcıya açıyorum ve dua etmeye başlıyorum.

Dirseklerimin ters tarafa kıvrılması ile duama başlıyorum, önce kemikler dirseklerimin ters tarafından deriyi ve dokuyu parçalayarak çıkıyorlar, sonra kaburgalarım izliyor bunu, vücudum Jacqueline Ess'in vasiyetnamesinde yazdığı hikayeler gibi kendince metamorfozlar yaşıyor öz psikozunda.

Ben ve deliliğim ayrılıyor, benim sadece öz sıvılarım ve ruhum kalıyor, plazmalarım ve gen denizlerim dolduruyor metal zemini, etim ise değişmeye devam ediyor, deliliğimin bir avatarı olarak kendi kendisini değiştiriyor, vücudumu terketmesi için olması gereken bu çünkü.

Tanrı'nın oğlu olmak istemiştim sadece ama eninde sonunda Cehennem'in piçi oldum.

Öleceğim günü sabırla bekledim durdum, sadece neden doğduğumu öğrenmek için.

Varlığım anlamsızdı, yokluğum daha da anlamsız olacaktı.


26.05.2010

Ruh Halleri II

Bazen, sadece bazen akşam güneşi ile tekrar o eski his geliyor. Çocukluğumun kayıp parçacıkları sanki toz bulutlarında saklıymış gibi.

Bundan nefret ediyorum.

Nefret etmemin sebebi bana artık sahip olmadığım bir geçmişi hatırlatması, psikozlarımın daha oluşmaya başlamadığı, sağlıklı olduğum bir geçmiş belki de.

Psikolojik problemlerim olduğunu kabul etmek durumundayım, yaşadığımız bu metal ve elektrik çağında kimse de psikolojik sorun yok sanki diyerek durumu belirli mantıksal sınırlar içerisinde oturtup kendimi normal nüfusun arasına gururla katabilirim fakat bunu sonsuza kadar yapamayacağım aşikar.

En kötüsü ise o nostalji hissi değil, en kötüsü gece kafamı yastığa koyduğumda (ki belirtmem lazım uyumak için baygınlık derecesine varacak kadar geç saatte yatmış olmam gerekiyor.) karşı karşıya kaldığım deliliğim, o büyük, karanlık, habis delilik zihnimi zehirli bir duman gibi çevreliyor.

Düşünmeyeceğim şeyler, yapmayacağım hareketler, planlamayacağım günahlar, hepsi kafamın içinden bir bir geçiyor, kişisel günah defterim gibi, kendi kendini tamamlıyor resmen bu defter, içerisinde o kadar ürkünç şeyler var ki.

Beyaz odam var tabii birde, çok ihtiyacım olduğunda sığındığım yer orası, beni koruyan,kollayan,nefretle karışık saygı besleyen bir alt-ego'ya sahibim orada, en azından bana karşı dürüst.

Yendiklerimin ve yaptıklarımın heykellerini koyuyorum oraya, kişisel ödüllerim ve eski ekipmanlarımı koyduğum yerde orası, acaba herkesin böyle bir yeri var mıdır? Böyle bir yeri olan kimseyle tanışmadım daha önce, öte yandan böyle bir yeri başka bir insana daha açmadığımı fark ettim.

Aslında farkettim ki hiçbir kız arkadaşıma kişisel olarak bu mekanı ben açmadım, duygusal olarak bir şeyler paylaştığım insanlara bile açmadım, kimseye beni doğru dürüst tanıması için fırsat vermedim, vermiyorum, vermemeye devam ediyorum.

Bunun en büyük sebebi eğer bir insana tam anlamıyla her şeyi olduğu gibi anlatırsam bunu kullanacağını düşünmem, klasik şeyler aslında, öte yandan gizli bir yuvam olduğu için kendimi mutlu hissediyorum, sonuçta orayı birisine tarif edersem eğer yolunu bulup bir şekilde beni orada yakalayabilir ve bunu kesinlikle istemeyiz.

Bir süredir ise insanları umursamıyorum, uzun süredir huzurlu olmadığım kadar huzurluyum, insanların dertlerini, tasalarını, duygularını ve düşüncelerini üzerime almaktan öylesine yoruldum ki birden bire ruhsal olarak başka bir kimliğe büründüm, nasıl başardım bilmiyorum.

Kesin bildiğim bir şey var, sancı geç saatlerde geliyor.



21.05.2010

100.Gün

Hareket etmeye çalıştım, ruhumun derinliklerinden geliyordu haykırışlar.

İçinde bulunduğum durumu tanımlayamadım, bir kuyunun içinde hapsolmak gibiydi bu, benzer şekillerde Klostrofobik tanımlamalar ile açıklanabilir belki, bu noktada korktuğumu itiraf etmem gerekiyor çünkü ne yapacağımı bilmiyordum.

Bir şeyler yapmak istiyordum buna emindim, 14 yıldır bu hayattaydım fakat çoğu yaşıtım vaktini bana yüzeysel gelen, dünyevi şeyler ile geçiriyordu, ezoterik olmak benim için hiç bir zaman seçim olmamıştı, kaderim olmuştu.

Bazen sabah uyandığınızda bilirsiniz, damarlarınızda hissedersiniz, kaç kişiye oldu bu bilmiyorum ama bana olmuştu daha önce. Bu dünyaya gelme sebebiniz çok daha farklıdır, damarlarınızda hissettiğiniz bu kıpırtının sebebi budur, bir şekilde yaşadığınız yaşamın bu olmayacağını bilirsiniz, farklı bir yol vardır sadece biraz kapıyı aralayıp bakmanız gerekir.

Normal yaşamımdan, ailemden, ergenliğimden ve kendi adıma olanları feragat etme sebeplerim arasında kesinlikle insanlara zarar vermek yoktu...en azından başlarda.

İnternet üzerinden edindiğim okült bilgiler sadece fantastik hikayelerdi benim kafamda, gerçek olduklarını kesinlikle tahmin etmiyordum, Cehennem ve Cennet'in varlığı hakkında ise hiç inancım yoktu. Umurumda değildi veya...

O Gece Cehennem'in derinliklerinde, bu habis ve karanlık krallığın prensleri, dükleri, kısacası aklınıza gelebilecek her türlü hiyerarşisi olağanüstü bir mahkeme için toplanmıştı. Cehennem'in altı yöneticisi normal bir insan boyuna göre yüz metrelerce büyük olan tahtlarında devasa bir çember içerisinde oturmaktaydı. Kimisinin tahtı kemiklerden yapılmıştı, kimisinin ise cismi belli olmayan organiklerdendi, Cehennem'in karanlık kakafonisi içinde bu varlıkların nefes alış verişleri bile insanın korteksini titretmeye yeterdi, dayanılmaz bir karanlık Cehennem'de kaybolmuş ruhları sürekli olarak boğmaktaydı, bu devasa varlıkların bulunduğu yer ise koyu kırmızı ve siyahın tek renk olduğu, futbol sahası büyüklüğünde devasa bir alandı.

En son Orta Çağ'da Papalık kurumu ortaya çıktığında böylesi bir mahkeme yapılmıştı Cehennem'de, o dönemden bu döneme kadar savaşlar dışında sessiz ve sakindi Dünya.

Gergin suskunluktan sonra Cehennemin Altıncı Lordu, Baphomet, insanın görebileceği en büyük kabuslara girebilecek o korkunç Keçi kafasını kaldırıp konuşmaya başladı, bu anlaşılmaz, paslı metallerin uzaktan birbirine sürtünmesiyle oluşabilecek garip bir diyalekt idi, Baphomet uzunca konuştuktan sonra devasa mekanın ortasına 3 metrelik siyah bir silüet girdi, uzun beyaz saçları, kemikli vücudu, aşırı çıkık ve deformik kaburgaları ve toynaklı ayakları ile uzaktan insana benzeyen bu varlığın suratı daha ilginçti, kemik beyazı saçlarının çerçevelediği suratında göz soketleri ve burun delikleri yerine simsiyah boşluklar vardı,ağzı ise çenesinin bütününü kaplayan, içinde insan parmağı boyunda sivri ve uzun dişler barındıran, sürekli olarak gülüyormuş gibi görünen bir yarıktı.

Yaratık Şeytanların ortasında dizlerinin üzerine çöktü ve aynı lisanda bir şeyler fısıldadı, bunun üzerine Baphomet'in yanında oturan devasa, sarı siyah yaratıktan bir homurdanma ve vızıldama geldi, Baphomet bir araba kadar olan pençeli parmağını doğrulttu ve tekrar aynı diyalekt içerisinde konuşmaya başladı;

"Sen, Baphomet oğlu Orexais Orexiel Orexis. Bir iblisin uyması gereken en önemli kurala uymadın, ölümlülerin dünyasına direkt bir müdahalede bulunarak bir ölümlünün canına kıydın, bu sebeple Aglaophotis Kuralları gereği seni insanların dünyasına hükm' ediyorum."

Adının Orexis olduğu ortaya çıkan üç metrelik siyah silüet suratını hafifçe ona doğrultulmuş devasa pençeli parmağa değilde onun kilometrelerce gerisindeki surata çevirerek gülümsemesini bozmadan geniş ağzı ve iğne dişleri ile konuşmaya başladı;

"Aglaophotis Kuralları her zaman beni fazla germişti babacığım, bana verdiğiniz o ölümlü ölmeyi hak etmişti! Yattering'in başına gelen olayın benzeri değildi bu! Ben kontrolümü kaybetmedim! Fakat beni ölümlülerin dünyasına hükm' etmek istiyorsan bu sizlerin bileceği iş, Biel'than biliyor ki ölümlüler dünyasında bir kaç yüz yıl benim keyfimi kaçırmayacaktır."

Baphomet bunun üzerine kahkaha ile kanatlarını çırparak çok güçlü bir rüzgar yarattı mekanın içinde, yanındaki sarı siyah iblis ise vızıldayarak güldü, her gülüşünde milyonlarca sinek yaratığın vücudundan fırlıyor gibiydi, diğer taraftaki varlıklar sessiz kaldı. Kahkahalar dindikten sonra Baphomet konuşmasına devam etti;

"Orexai, seni bu sefer Dünya'ya sürgün ol diye yollamıyoruz, verilmiş cezalardan en büyüğünü alacaksın, bir insan vücudu içine sürgün edileceksin."

Bu sözcükler varlığın ağzından döküldükten sonra Orexis'in o gülümsemesi ve suratı değişti, şimdi yerine tamamen sinirli, neredeyse yırtıcı bir hayvanı andıran garip bir hırlama ile birlikte psikotik bakışlar gelmişti;

"BABA, BANA BUNU YAPAMAZSIN!, İSTİYORSAN VARLIĞIMI SONLANDIR!, BENİ AGLAOPHOTIS MADENLERİNDE ÇALIŞTIR! AMA KORTEKSİMİ BİR İNSANLA PAYLAŞMAYA ZORLAMA BENİ, YALVARIYORUM YÜCE BAPHOMET!"

Orexis çıldırmış gibi bağırıyordu, ellerini kafasına götürüyor, kafasını manyaklar gibi yere vuruyordu, her vuruşunda metalik çarpışma sesleri geliyordu.

Baphomet yavaşça elini kaldırdı ve havada bir Pentagram çizdi, anlaşılamayan dilde bir takım şeyler haykırdı ve bütün görüntü anafor oldu, kırmızı siyah iç içe girdi, zaman-mekan büküldü,Cehennem'in çorak, siyah, sadece lavların kapladığı arazisinde kanatlı küçük yaratıklar uçuşup gölgelere fon oldu, yaklaşık 2 dakikalık bu süreçten sonra evren asla eskisi gibi olmayacaktı...

Not: Bloguma yazdığım 100.yazı bu, kimsenin oturup okuduğunu falan düşünmüyorum ama keşke böyle oturup okuyan insanlar olsa, çok gurur duyardım, neyse 100. yazı işte, belirtmek istedim.

12.05.2010

Ruh Halleri I

Çok hızlı değişiyor, yetişemiyorsun, yetişmeyi istemiyorsun bazen, çoğu zaman aynı ve kendi spektrumuna dair olasılıklarla dolu bir yaşam.

Renk anaforları var ruhumda, bir takım kopuk parçalar çalınmış derken sözün ironisini farkediyorum, farkedemediğim gerçekliğimden öte.

O kadar fazla ki zihnin içindekiler bir yerden sonra kelimeleri toparlamak yerine kusmaya başlıyorsun. Ağız dolusu düşünceler metal zeminin üzerine dökülüyor, korkutucu bir sessizlik ile başlıyor her şey ve kendi devinimi başlamadan bitiyor, varsa ve yoksa anlayamıyorum, anlamak istediğime emin olamıyorum zaten.

Ve sonra düşüyor, ve sonra yavaşlıyor , ve sonra dönülemez bir yola giriyor, ve sonra realitenin farkına varıyor.

Tepelerdeki şehirlerin içinde...

6.05.2010

Enter Archie Cane

Eğer D-Gene projesiyle ilgili bir bilgim olsaydı, önceden herhangi bir şekilde bilseydim, eminim ki dahil olmak istemezdim, çünkü tek istediğim sadece güçlü olmaktı.

Bana yetmemişti, açık konuşmak gerekirse yaşlanmamak, yorulmamak gibi artılar bana yetiyordu da artıyordu, fakat ben birde silah olmak cezbetmişti beni, Lilith Corporation elinde bir silah olmak cezbetmişti sanırım. Kendime yalan söylememeliyim, Lilith'in yanında olmak istemiştim sadece, dünya üzerindeki en cazibeli, en güzel ve en güçlü kadının yanında bulunmak istiyordum, saçma gelebilir fakat onu korumak istiyordum.

Sizi bir bakışıyla kendisine ait edebilirdi, buna karşı koyamazdınız, ilk kadından bahsediyorum, dünya üzerindeki ilk kadın, nasıl karşı koyabilirdim ki?

Zaman geçtikçe bunun "kan" olduğunu anladım tabii ki, akrabalık güçleri bile zamanla azalır, eskiden çok sevdiklerinize karşı aynı hisleri duymazsınız, bu durumda benim için farklı olmadı tabii, D-Gene projesi çöp edildikten sonra Lilith'ten beni azad etmesini istediğimde beni dinlemesini beklemiyordum, şaşırmıştım.

Tabii ki hiçbirisi karşılıksız değildi, Lilith Corp'un bana sağladığı ekipmanlar, para ve evler üzerime kalmıştı, geri vermek istediğimde ise Lilith bunlara ihtiyacım olacağını söylemişti, ben ise kabul ettim.

D-Gene projesinin sadece tek bir DNA manipülasyonu üzerine olduğunu bilseydim erken davranırdım, klonlar sonradan ortaya çıkmaya başladı, Lilith güzel bir kart oynamıştı, kaç tane kardeşimi öldürdüğümü ise hatırlamıyorum.

Bir süre sonra para, ekipman ve geri kalan her şey zamanla birlikte eriyip gitti, sadece beş yıl boyunca benim güçlerime sahip ve bana benzeyen kopyalarla savaştım, bu da ana planın bir parçasıydı tabii, amaç orjinal olanı güçlendirmekti, yani beni.

Üç yenilgi hatırlıyorum, henüz farklı boyutların portallarını açabilme yeteneğim ile ilgili hiçbirşey bilmediğim yıllardı. Birincisi en kalbimi kıran yenilgiydi, lise yıllarımda benim en iyi arkadaşım olmuş Leon Seraphim'lerin şampiyonu seçilmişti, benimle ilgili gerçeği öğrendikten sonra ise bana karşı kışkırtılmıştı, Leon'a zarar vermek istemediğim için yenilmiştim, düşman olmamız beni kahretmişti.

İkincisi Seraphim'in Valkyrie'lerinden birisiydi, kendisini tanıyordum fakat asla onunla savaş alanında karşılaşacağımı düşünmemiştim, bu insanlığımın son kez taciz edildiği olay olmuştu.

Yavaş yavaş bu işin Cennet ve Cehennem'in sonu gelmez savaşı olduğunu anladığımda ise her şeye karşı çok sinirlendim, varoluşum sadece sonu gelmeyen bir savaşta diğer tarafın askeri olmak olmuştu, Leon, geri kalan Valkyrie'ler, Sagrin, Blodia, Rhai gibi pek çok arkadaşım bu savaşın içinde ya canını vermişti ya ruhunu.

İşin bütün mitolojisi o kadar geniş bir ağ örgüsüne yayılıyor ki, bunları günlüğüme kaydederken aklımda toparlamam bile saatleri aldı, kendi kendime bir liste çıkarttım;

- 14 Yaşımda o gece yaptığım ayin.
- Orexis'in Cehennem Konseyi kararıyla Dünya'da bir insan bedeninde yaşamaya hapsolması.
- Orexis ile birleştikten sonra güçlerimi kullanmayı öğrenmem.
- Benim gibi güçleri olan gençlerin katıldığı, bu gençler arasından şampiyonların seçildiği Crone Sınavı.
- Crone Sınavı süresince seçilenlerin arasında geçen savaşlar.
- Crone'un benim tarafından öldürülüp Lilith Corp.'tan "İş Teklifi" almam.
- Athena'nın kendini ilk kez bana görünür kılıp kılıcım Strife'ı takdim etmesi
- Lilith Corporation emrinde geçen 2 sene.
- D-Gene Deneyi ve Lilith Corporation'dan ayrılmam.
- Seraphim'lerin Dünya'ya inişi.
- Athena'nın bana bütün bu olanların sebebinin Cehennem ve Cennet'in sonu gelmez savaşı olduğunu anlatması.

Bundan sonra olanlar yazıldığı zaman kağıt üzerinde o kadar saçma görünüyordu ki yazmak gerçekten yersizdi, kim inanacaktı ki? Niye bunları yazdığımı bile bilmiyorum.

En iyisi bırakmaktı, en iyisi...

Archie Cane 20xx


4.05.2010

Tepelerdeki İnsanlar

Biliyorsun izliyorlar, hep izliyorlar. İnsanların yarısı konuşuyor, hep konuşuyor.

Evet.

Sen anılarımda yanıyorsun sadece, hepsi alev alev ve diri.

Gözlerimin içinde sarhoşken çakmak çakmak yanan bir görüntü.

Sarhoşken arabanın içine gitmek gibi, ölmek gibi.

Öldüğümü hissediyorum, evet sen ölüyorsun.

Sen anılarımda yanıyorsun sadece.

Tüketiyorum, alevle meşgale etmek istiyorum kendimi.

Ateş tükeniyor, umut tükeniyor.

Tadına bakabiliyorum, hissediyorum.

Süreklilik gibi geliyor, bu gece bitmesin istiyorum.

Muhteşem bir gerçeklik gibi her şey.

Tüketiyorum, olana bir çare bulamıyorum, olmuşu değiştirebiliyorum.

Neden olanları değiştiremiyorsun, keşke kaçabilseydin bu gerçeklikten.

Bazen kendim olmak istemiyorum, bazen kendim olmak istiyorum, çoğu zaman ise hayal kuruyorum.

Nereye bakıyorsun? Boğuluyor gibi o çakmak gözler, altın sarısı parlıyor ışığın altında, tekrar eskisin, benden gerisin. Birde acımasız insanlar var hayatında, seni tanıyor gibiler fakat seni aslında en iyi ben tanırım. Zaman harcamak ile alakalı bir durum bu, fazla zamanını harcayan kazanır, tükenir hayatlar umutsuzluğun o derin kuyusunda, bir sürü insan bakar, gözler sürekli bedenin üzerinde, süreklilik yıkıyor seni ve beni.

Seneler geçiyor birde üzerine utanmadan, vakit daralıyor, anılar kayboluyor gittikçe, harcanan vakte lanet ediliyor kendince.

Ateşim olduğu gece gibiydi, ölmek istemiştim ama ölememiştim hani, sonra yalnız başıma gece vakti bir bilim kurgu filmi izledim, çok etkilenip bir mektup yazdım kendi kendime, sonra gönderdim, yorumun yoktu ikimizin belirsiz karanlığında, her şey senin için havada kalıyordu.

Sonra satırlar vardı, ne için yazıldığı bilinmeyen satırlar ve hikayeler, yaşamın kendisini alaya alan cümlelerdi onlar belki, ufak tefek bir gerçeklik için, günahlar ile erdemler bir aradaydılar seninle benim için.

Ve evet, aklıma geliyor ufak ufak, umutlar vardı paylaşılmayan, tek kişilik bir gösteriydi bütün yaşanılanlar, hırsımdı beni yok eden, kıskançlığımdı her şeyin başlangıcı ve sonu, günah ile başlayan her şey günah ile biter derlerdi.

Ve ben anlayamadım sonra olanları, her şey olup bitmiş gibiydi ben yol alırken sisli otobanda, yolcuların uykuları bölüyordu hayallerimi, zihnimize tecavüz ediyorlardı, iki kişilik bir otobüs biletiydi fakat koltuklar boştu, sadece adımıza tutanlar vardı o koltukları, hepsini yaktık seninle beraber ve geriye bakmaya utandık.

Utançtı belki her şeyin sonu, geriye gidemeyeceğimizin kanıtıydı, ruhumuzun yeterince kirlenmiş oluşuydu, üçüncü şahısların yüzdüğü göldü belki ikimizin girmek istemediği.

Ve sonra sadece anılar zuhur buldu yüreğimizde, kimi zaman huzurluydu, kimi zaman ise sadece yaşamdı.

Hayaller vardı, hırslar ile kana bulanmış hayaller vardı.

Gerçeklik vardı sonra, hırslar ile kör olmuş, göremediğim gerçeklikler.

Almanca'da hırs Ehrgeiz demektir, ama sen bunu çoktan biliyorsun zaten, Freikugel'in anlamını sorduğumda gelen yanıt gibi.

Sonra sigaramın bittiğini fark ettim, yazmak anlamsızdı, yaşamak lazımdı.